Kiss the rain -Yiruma ☆彡

8 Mart 2018 Perşembe

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü

Arkadaşlar, rica ediyorum, ne olur en azından hemcinslerim bu günün ifade ettiği anlam ve değerini idrak ediniz. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü,"KUTLAMA" değil, "ANMA" günüdür!😥
~~ TARİHÇE ~~
8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere müdahalesi ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 129 kadın işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın kişi katıldı.
26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Internationaler Frauentag" (International Women's Day - Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi.
Arkadaşlar, tarihçeden de anlaşıldığı üzere bu özel gün "kutlama" değil, "anma" günüdür! Lütfen rica ediyorum günün anlamını ve tanımını idrak edelim. 
Güçlü bir toplum yaratıp bu toplum içerisinde yaşamak istiyorsak; kadını ve erkeği eşit tutmalıyız. Kadını ikinci plana atarak, onu değersizleştirerek, toplumdan sıyırarak değil, başarılarını takdir ederek, istihdam sağlayarak toplumun içinde bir birey olarak var etmeliyiz. Ayrıca kadınlar korunmaya muhtaç varlıklar değillerdir. Erkeklerin bu kavramı algılamaları gerekir. Kadınlar kendilerini ifade edebilir, koruyabilirler.
Erkek egemen bir toplumda yaşıyor olmak ve bunun dezavantajlarını yaşamak çok zordur biz kadınlar için. Hem de çoook...
Yeri geldiğinde en kutsal varlık olan "ana" olmak fakat en çok da psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalmak da ne acıdır oysa...
Son yıllarda gözlemlediğim "acı" durum şudur kadın gözüyle; kimi kadın sokak ortasında öldürülür, kimi eşinin zulmünden boşanmak isterken öldürülür, kimi töre cinayetine kurban edilir, kimi iş yerinde tacize uğrar, kimi okulda tacize uğrar, kimi platonik aşka karşılık vermediği için kaçırılır, dövülür, zulmedilir, bu da yetmediği gibi öldürülür...
Sanırım yazmaya devam etsem kelimeler kifayetsiz kalır bunca acıya, acı yüklü yaşanmışlıklara. Kim diyebilir ki yazdıkların abartı, gerçek dışı, kim?... Her gün ama her gün gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine manşet olan vahim acıları nasıl görmezden gelebiliriz, nasıl?
Türk kadını cefakardır, vefakardır, hayatının özünde vardır emek. Evine emek verir, çocuğuna emek verir, kocasına emek verir, tarlada çalışır, iş hayatında çalışır emekçi olur yaşamı boyunca.Tek istediği belki de emeklerinin karşılığını sevgiyle, değerle ve hakkıyla alabilmektir ömrü boyunca. Yeri geldiğinde hakkını savunabilmektir.
Zordur kadın olmak zor...
Rahmetli Duygu Asena 30 yıl önce "Kadının Adı Yok" diyerek dile getirdi birçok kadının dramını.Peki 30 yıl sonra ne oldu dersiniz? Ya da başka bir deyişle ne değişti ki? Hınca hınç beterin beterini yaşadı bu kadınlar, hem de çoğu zaman gözler önünde göz göre göre...
Bu ülkede "KADININ ADI YOKKK!!!" Bu derece vahim ve bir o kadar da can alıcı bir durum evet üzülerek söylüyorum.
Geçen yıl "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" yazıma bir göz attım.Yazık ki tüm olumsuzlukların ve acıların kat be kat arttığını bir kez daha gördüm bunca cinayet, taciz ve tecavüz vakalarının yaşandığı ülkemizde.
Bir kadına cinsiyeti sırf "kadın"olduğu için yöneltilen cinsel, fiziksel veya psikolojik şiddet ne yazık ki acıların en büyüğüdür.
Türk Ceza Kanunu'ndaki hukuksal düzenlemelerin tekrar gözden geçirilmesini ve bu konudaki cezaların en ağır şekilde uygulanmasını talep ediyorum ki vahşi insanlara caydırıcı bir uygulama olsun! Her ne kadar "mucize"beklemekle eş değerse belki de bu temenniler.
Hayatın tüm zorluklarına göğüs geren, ezilen, belki de kendi devrimini yaşatabilmek adına soğuk silahın namlusunu boğazının derinliklerinde hisseden ama yine de haklı mücadelesinden asla ama asla vazgeçmeyen cesur, akıllı, yürekli, direniş ruhuna sahip kadınların yüreğinden öpüyorum! yüreğindennn. Hatırlatırım ezilen kadının eğitimlisi ya da eğitimsizi olmaz.
Kutlamak"nedir? kelime anlamıyla...
(mutlu bir olaya sevinildiğini, söz, yazı veya armağanla anlatmak, tebrik etmek)
Tüm anlatımlarıma rağmen kutlanıyorsa "acılarımız" hadi kutlayabilene aşk olsun!
~ Emire Nişli~





17 Şubat 2018 Cumartesi

PEDOFİLİ, ZOOFİLİ, TACİZ, TECAVÜZ SAPKINLIĞIN TÜMÜNE...

"Biliyor musunuz ben bu çağdan nefret ederim. Etimle, kemiğimle, hücrelerimle nefret ederim...diyor, Cahit Zarifoğlu. İşte tam da bu sözlerin eder olduğu bir çağdayız ne yazık ki.

Hep umut ediyorum aydınlık yarınlar göreceğiz diye, fakat hal budur ki, bu kadar çirkin, yozlaşmış, ve de çivisi çıkmış bir dünyada umudumuzu da elimizden alıyor birileri, ötekileri, öyle değil mi? Aydınlık bir güne uyanmak ne kelime! Her yeni bir güne gözlerimizi kapkara, zindan dolu bir dünyaya açar olduk hep birlikte.

Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler göreceğiz... diyor ya Nazım Hikmet Ran, bu düzen değişmediği sürece ne bizler güneşli günler ne de çocuklarımız güzel günler görecekler.

                                 Görüntünün olası içeriği: 1 kişi

hayvana tecavüz sansürlü ile ilgili görsel sonucu
                                                   
Kadın, çocuk, bir hayvan, (can dostlarımız) savunmasız olan her bir masum can, dürtü sorunu yaşayan, aklına ve uzvuna sahip çıkamayan, pedofili ve zoofili sapkınlarının tacizine, tecavüzüne ve vahşetine kurban gidiyor.

Cehennemi bu dünyada yaşar olduk. Güzelim ülkemizi yaşanmaz hale getirenler utansın! Sadece kişilik bozukluğu olan bireyler mi suçlu sizce? Tabi ki değil. Bu zavallı mahlukatlara, sapkınlara caydırıcı ve ağır cezai  yaptırımlar uygulamayan yüksek makamlardır sorumlusu elbette.

İdam çözüm müdür peki? Ya da kısasa kısas tanımı? Birincisinde çoook büyük bir ödül olur sanırım. Çünkü anlık bir son olur o acımasız vahşeti yaşatanlar için. İkincisinde ise tahminim çok daha büyük haz alacaktır ki zaten bu sapkınlıktan zevk alan bir mahlukattır o kişi.

Türk Ceza Kanunu, olgunluğa erişmemiş, dünyadan bi haber bu çocuklara yönelik yapılan herhangi bir cinsel davranışı cinsel istismar olarak kabul ediyor. Tecavüz etme suçu, istismar olarak algılandığı sürece ne kundaktaki bebeklere, ne küçük çocuklara, ne kadınlara ne de diğer canlılara tecavüz etme eylemi önlenemeyecektir.

Türk Ceza Kanunu'ndaki hukuksal düzenlemelerin tekrar gözden geçirilmesini ve bu konudaki cezaların en ağır şekilde uygulanmasını talep ediyorum ki vahşi insanlara caydırıcı bir uygulama olsun! Her ne kadar "mucize" beklemekle eş değerse belki de bu temenniler...

Ben halktan, sıradan bir birey olarak önergemi sunayım o halde ne dersiniz? Şiddete, şiddetin tümüne gerçekten karşıyım ve de oldukça yufka yürekliyim ama tüm masum canlara yapılan vahşetin ardı arkası kesilmeyeceği aşikar olduğundandır bu önerim!

" HADIM İSTİYORUM " EVETTTTT ama öyle kimyasal hadım da değil. Konuya "KÖKTEN" çözüm getirecek gerçek bir "hadım" uygulansın istiyorum. Çok ciddiyim.


Tarihçi yazar Prof. Dr. Murat Bardakçı'nın yazısını okuyalım o halde...


Hadım etme operasyonu, eski devirlerde üç şekilde yapılırdı: Ya penis ve testisler tamamen kesilir, ya sadece yumurtalıklar alınarak sperm üretimine son verilir yahut yumurtalıklar kesilmez ama ezilirdi.
Osmanlı Sarayı'na girecek beyaz yahut siyah ağalar için bu metodlardan birincisi tatbik edilir, yani cinsel organ ile yumurtalıklar tamamen kesilirdi.

GÜMÜŞTEN TIKAÇ

Hadımlara tatbik edilen vahşi ameliyat, şöyle yapılırdı:
■ Göbeğin altı ve baldırlar, aşırı kanamayı önlemek için bandajlarla sarılırdı. Hadım edilecek kişi sırtüstü yatırılır, operasyon bölgesi enfeksiyon riskini azaltmak için acı biber karıştırılmış su ile üç kez yıkanırdı.
■ Ameliyat bölgesi iyice temizlendikten sonra, orağa benzeyen küçük bir bıçak vasıtasıyla testisler ve penis, mümkün olduğu kadar dibinden kesilirdi.
■ Penisin kökündeki kanala gümüş bir iğne yahut metal bir çubuk sokulur ve idrar akışı geçici bir süre için durdurulurdu.
■ Yara, iltihabı ve kanı emmesi için soğuk su içine yatırılmış kâğıtlarla kapatılır ve üzeri sarılırdı.
■ Sargı tamamlanınca, hadım hemen yürütülür ve daha sonra yatırılırdı. Hasta hem tuvalet ihtiyacını gideremeyeceği, hem de yarası nedeniyle büyük acılar çektiğinden, üç gün boyunca su içmesine izin verilmezdi.
■ Ameliyatın üçüncü gününde sargılar açılır, gümüş iğne yahut metal çubuk çıkarılır ve hasta, idrarının aniden bir şelâle gibi akmasından büyük rahatlık duyardı. Hadım idrarını yapabildiyse, tehlikeyi atlatmış olurdu ama eğer yapamazsa idrar kanalları enfeksiyon kapmış ve şişmiş demekti. Birkaç gün sonra, büyük acılar içerisinde ölümün gelmesi artık kaçınılmazdı (N. M. Penzer'in "Harem" isimli eserinden).


2 Şubat 2018 Cuma

"UYAN SUNAM UYAN" TÜRKÜSÜ ve HİKAYESİ

Türkülerimiz...Halk edebiyatında, bir kısmı anonim olan o ince ezgiler, ince sızılar... Kimi zaman acı, elem, kimi zaman ise bir haykırışa dönüşen, kuşaktan kuşağa dillenen, efsaneleşen, halk şiiriyle bütünleşen türkülerimiz. Eskiden pek dinlemezdim türkü, ezgi, meğer ne büyük kayıp, ne büyük eksiklikmiş türkülerimizin hikayelerini araştırmaya başladıktan sonra çok daha iyi anlar oldum. Dinlerken insanı heder eden, içini ezip geçen bu elem  dolu birbirinden derin hikayelerden birini paylaşmak isterim.
 "UYAN SUNA'M UYAN"
                       


Suna, Malatya'lı bestekar Fahri Kayahan’ın eşidir. Çok sevmektedir Fahri Bey Suna’yı. Devir, o zamanın Malatya’sı… Ancak sevdiğine sevdiğini söylemenin bile ayıp karşılandığı o dönemde Fahri Bey her daim söyler Suna’ya ona olan sadakatini ve bağlılığını. Ve bilir karısının gözlerinin başka kimselere bakmadığını.

O dönemin kadınlarının en büyük eğlencesidir haftada bir yapılan hamam sefaları. İşte o hamam sefalarından birinde Suna’nın sırtında bulunan ve normal şartlarda kıyafetinden asla görünme ihtimali olmayan bir ben Suna'nın yakın arkadaşının dikkatini çeker. Ve akşam eve geldiğinde laf arasında eşine Suna’nın sırtında ben olduğunu anlatır. Aradan zaman geçer. Fahri Kayahan bir gün evlerinin yakınında bulunan kahvede bu bey ile karşılaşır… Aralarındaki sohbet belli bir süre sonra tartışmaya dönüşür ve olay karşılıklı hakarete kadar gider… Fahri Kayahan hiddetle cevap verir “Bir daha karşıma çıkma, seni elaleme rezil ederim.” Bu söylem karşısında sinirlerine hakim olamayan ve sırf Fahri Kayahan’ı yaralamak gayesiyle hareket eden Bey’in dudaklarından şu  sözler dökülüverir: “Sen benimle uğraşacağına kendi karına sahip çık, ben senin karının sırtındaki beni bile bilirim.”

Fahri Kayahan beyninden vurulmuşa döner… Evet inanamaz biricik Suna’sının kendisine ihanet ettiğine, ama bu başına gelen neyin nesidir? Elin adamı, Suna’nın sırtındaki beni nereden bilecektir? Bu sorular kafasında iken eve varır, dayanamaz ve karşısına alıp Suna’yı durumu anlatır… Suna iki gözü iki çeşme yeminler eder Fahri Kayahan’a: “Aman beyim etme” der, “Bakar mıyım senden bir başkasına?” O gece konuşurlar, konuşurlar… Fahri Kayhan eşine sarılır, ve ikna olduğunu söyleyip bir daha hiç açmamacasına konuyu kapatır. Lakin durum hiç de öyle olmamıştır… O günden sonra istemeden de olsa aklında hep o şüphe, Fahri Bey karısına kötü davranır.

Yine bir akşam yemekte sudan bir sebeple çıkan tartışma sonrasında Fahri Kayahan ceketini alır ve başlar Malatya sokaklarında dolaşmaya… Eve geldiğinde neredeyse güneş doğmak üzeredir. Eve girer ve gördüğü manzara karşısında dona kalır. Biricik karısı Suna, kendini asmıştır… Sallanan ayağının dibinde elinden düşmüş bir mektup durmaktadır. O mektupta Suna son sözlerinde şunları yazmıştır: “Kusura bakma beyim, ama günlerdir kafandaki soru işaretlerinin sebebini bilmekteyim… Kendimi temize çıkarmak için başka yol göremedim. Şunu bil ki, ben sana hiç ihanet etmedim…           

Fahri Kayahan gözyaşları içinde eşinin cansız bedenini yağlı urgandan ayırır, yere yatırır… Islak gözlerini silerken bir bakar ki hava aydınlanmıştır… İçindeki yangın öyle büyüktür ki, sözün bittiği yerde, kelimelerin küllerinden o meşhur türküyü yakmıştır:

Şafak söktü yine Suna’m uyanmaz
Hasret çeken gönül derde dayanmaz
Çağırırım Suna’m sesim duyulmaz
Uyan Suna’m uyan, derin uykudan

Çektiğim gönül elinden
Usandım gurbet elinden
Hiç kimse bilmez halimden
Uyan Suna’m, derin uykudan…


Nice diyar gezdim gözlerin için
Niye kızdın bana el sözü için
Dilerim Allah’tan sızlasın için
Uyan Suna’m uyan derin uykudan

Çektiğim gönül elinden
Usandım gurbet elinden
Hiç kimse bilmez halimden
Uyan Suna’m, derin uykudan…


Malatya maalesef Fahri Kayahan için hayatı boyunca acının bir simgesi haline gelmiştir. Yıllar sonra trenle Malatya’dan geçen Fahri Kayahan Malatya’ya bakar ve “gözlerimi bağlayın ne Malatya beni görsün ne ben Malatya’yı Suna'm rahat uyusun" der.



29 Ocak 2018 Pazartesi

MAĞUSA LİMANI ARAP ALİ HİKAYESİ

                               
mağusa limanı ve arap ali ile ilgili görsel sonucu 

                         mağusa LİMANI kıbrıs ile ilgili görsel sonucu

                      

Silahlı süngülü İngiliz askerleri Kıbrıs’ın her köşesini tutmuş durumda.

Arap Ali kendi işinde limandan limana gitmekte, her gittiği limanda meyhanelere uğramaktadır.

Böyle vakitlerden bir geceydi.

Mağusa limanı uyurken, Arap Ali işini bitirmiş, biraz kafa bulmak, biraz keyif yapmak için meyhanelerin birine damlamıştı.

Meyhanede İngiliz askerleri de var.

Ali’nin olduğu yerde kendisine yan gözle bakanın vay haline.

O yan bakışlar bu kez İngiliz askerlerinden gelir.
Ali, sadece Allah’ına sığınır ve İngiliz askerlerini bir güzel pataklar.
Saatler ilerler.

Gecenin bir yarısıdır.

Ali iyice alkol almıştır.

Fakat ölüm kapıda nöbet tutarken, Arap Ali bunun farkında değildir.

Dövdüğü İngiliz askerleri meyhane dışında Ali’ye pusu kurmuş, onu beklemektedirler ellerinde süngüleri ile.

Ali, o kafayla dışarıya çıkar; ayakları bir oyana bir bu yana.

Zaten askerler de sarhoş olmasını beklemiş belli.

Ali’nin hiç aklına gelmediği bir anda İngiliz askerleri üstüne çullanır.

Bunu gören Arap Ali toparlanmaya çalışır, dövüşmeye başlar.

Ama karşısındakiler çok olduğu kadar ellerinde silahları da var.

Aniden bir süngü saplanır sırtına.

Sonra bir daha.

Hızını Alamayan İngiliz sanki dizilmiş.

Bir süngü daha, bir süngü daha...

Yedinci süngü darbesinde yere yığılır genç ejderha.

Sekizinci süngü muhtemelen ölüsüne indirilmiştir.

İngiliz askerleri bununla da yetinmez.

Arabaları ile ölüsünün üstünden geçerler, daha sonra ölüsünü arabanın altına alarak havaalanı yakınlarına götürüp atarlar.

Haber, Arnavut Mahallesi Mescit Sokağına tez ulaşır.

Bir anda kıyamet kopar.

Arap Ali nasıl ölür?

O ölecek adam mı?

Ama ölüme ne çare.

Geride üç çocuğunu ve sevdiği kadını bırakır.

Arap Ali’nin ölümü yürekleri dağlar.

Anası Hatice kadın dayanamaz, az bir zaman sonra ölür.

Arap Mahmut, Önder Ali’nin saçlarını her okşadığında Arap Ali’yi görmüş gibi olur.

O da dayanamaz.

Hatice Kadın’ın arakasından hayata veda eder.

Kara kıtada başlayan bir hayat, Leymosun’un Arnavut mahallesinde son bulur.

Arap Ali’nin ölümü  tüm adada yankılanır.

Onun yiğitliği, fakirden ve haklıdan yana yaptıkları, hovardalığı anlatılır durur hep.

Vücudu İngiliz süngülerinden delik deşik olurken,  yere akan kan, bu ağıt bir direnişin türküsüne dönüşür.

                                         
 Mağusa limanı limandır liman (aman aman)
Beni öldürende yoktur din iman

Uyan Alim uyan
Uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına
Dayanmaz oldun

İskeleden çıktım yan basa basa (aman aman)
Mağusa'ya vardım gan kusa kusa

Uyan Alim uyan
Uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına
Dayanmaz oldun

Ölür oldum hey hey bak neler oldu (aman aman)
Elbiselerim de gan ila doldu
Uyan Alim uyan
Uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına
Dayanmaz oldun

Mağusa Limanı'ndan aldılar beni (aman aman)
Üç mil uzağına attılar beni
Kafir İngiliz'ler vurdular beni

Uyan Alim uyan
Uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına
Dayanmaz oldun.

 ~ Anonim ~                             

28 Ocak 2018 Pazar

ÖZDEMİR ASAF

Özdemir Asaf, (Halit Özdemir Arun) Yalnızlık ve Aşk şiirleriyle tanınan r'leri telaffuz edemeyen naif, değerli şairimizi ölüm yıldönümünde saygıyla anıyorum. Nurlar içinde uyusun.
                   ‘' Her insanın bir öyküsü vardır, ama her insanın bir şiiri yoktur.'’
                            
                            özdemir asaf mevhibe ile ilgili görsel sonucu

Özdemir Asaf'ın en sevdiğim şiirini ve hikayesini de paylaşmak isterim. ~LAVİNİA~

Özdemir Asaf'ın sırılsıklam aşık olduğu platonik aşkı Mevhibe Beyat'a yazdığı muhteşem şiirdir aslında Lavinia.

Her biri birbirinden değerli sayısız hikayeyi  de okuyalım.

Lavinia ! Ölüm Çiçeği! Titus'un bahtsız kızı ! Özdemir ASAF'ın biricik platonik aşkı!
Ölüm Çiçeğidir aslında Lavinia.Bir kadın ismi değildir ne şarkıdaki gibi ne şiirdeki gibi. Muhteşem zarif bir çiçektir nam-ı diğer ölüm çiçeğidir.

Bir diğer anlamı da "Hayalimdeki muhteşem sevgili"dir.
Özdemir Asaf, üniversitede öğrenciyken platonik aşkına yazar bu şiiri. Ardından açılan bir yarışmaya gönderir ve kazanır. Bir rivayete göre kazandığı yarışmada şiiri okurken kız da salondadır ama Asaf şiiri okurken salonu terk eder. Kırılan şairimiz kıza duygularını asla açmaz.

Korkunç bir sezgi gücü vardı Mevhibe’nin. Yüzünüze bakar bakmaz, sizi tanır, anlar, ruhunuzun en derin köşelerine kadar kavrardı. Küçücük bir bakıştan, mimikten, jestten tüm karakter haritanızı çıkarabilirdi. Özdemir Asaf bu yüzden bir keresinde ona “Öldürmekten daha beter anlıyorsun insanı” demişti. Çok keskin gözleri vardı.” Güzelliğini hiç önemsemezdi. Zaten insan sıcaklığı, insanlara anlayarak yaklaşması ve sezgisi, güzelliğinin üstündeydi.”diyor Mevhibe Beyat'ın en yakın dostu Melda Kaptan.

~Lavinia~
Sana gitme demeyeceğim. 
Üşüyorsun ceketimi al. 
Günün en güzel saatleri bunlar. 
Yanımda kal.
Sana gitme demeyeceğim. 
Gene de sen bilirsin. 
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, 
İncinirsin.
Sana gitme demeyeceğim. 
Ama gitme Lavinia. 
Adını gizleyeceğim, 
Sen de bilme Lavinia.




                                                   Feridun Düzağaç bestesi ve yorumu ile...

Türk edebiyatının önde gelen yazarlarından biri olan Haldun Taner, Özdemir Asaf'ı şöyle tanımlıyor; "O şairden başka hiçbir şeye benzetilemezdi. Gençliğinden beri bakışından, duruşundan, yürüyüşünden ve özellikle düşünüşünden bohem, özgür, şair kişiliği kolaylıkla okunurdu. Onun kadar nezaketini ve akıl ölçüsünü bir an bile yitirmeyen başka insan tanımadım. nezaket Özdemir'in takısı değil özüydü.

Şairin oğlu Gün Arun anlatıyor: “Bana öyle geliyor ki babam şair olduğu için farklı değildi. Farklı olduğu için öylesine şiirler, epigramlar, yazılar yazmış ve alışılmadık bir baba olmuştu herhalde. Duygusal yerine duygu dolu, düşünceli, anlamlı demek daha doğru olacak. Şimdi geriye baktığımda karmaşık değil; dolu ve zengin bir ruh, düşünceyle beslenen, açık görüşlü, bilge bir adam görüyorum. Tabii ki başarısızlıkları, kırgınlıkları, üzüntüleri de vardı mutlaka.

Kızı Seda Arun anlatıyor devamında;1980 yılının Aralık ayında babam hastalandı, doktor yaptığı ilk tetkiklerden sonra hastaneye yatmasını istedi ama hastalığının tedavisi mümkün değildi. Bunu herkes biliyor ama babam bilmiyordu. Yaşayacağı zaman çok kısaydı ve yapılması gereken her şey yapılmıştı, o nedenle eve götürmemizi söyledi doktor. O gün, o sağlıksız haliyle bile “Bizim duraktan tanıdık bir taksici çağırın, pisi pisine bir trafik kazasında ölmeyeyim.” dedi. Bu şakasını yıllar önce şiir olarak yazmıştı zaten; “Ölüm Allah’ın emri / trafik olmasaydı”. O gün Bebek’teki evine sağ salim vardı ama zamanı çok kısaydı. 

Röntgenlerin korunduğu sarı kâğıda hastanede yazdığı son şiir isimsizdir.                                                        

Hastanede veya hapishanede

Hayatını yazma!

Sonunu bir merak eden çıkabilir

Hastanede her gece insan

Birkaç yaşam yitirebilir ya da yaşayabilir

Hapishanede ise her sabah.

28 Ocak 1981’de 58 yaşındayken İstanbul’da hayata veda etti. Mezarı Rumelihisarı Mezarlığı’ndadır.


24 Ocak 2018 Çarşamba

UĞUR MUMCU

Cumhuriyeti,  özgürlüğü ve hukukun üstünlüğünü savunan cesur ve aydın gazeteci Uğur Mumcu'yu 25. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyorum. Mekanı cennet olsun. Uğur'lar olsun...
                                            uğur mumcu sözleri ile ilgili görsel sonucu
                                               

"Ben Atatürkçüyüm.... Ben, Cumhuriyetçiyim... Ben lâikim... Ben antiemperyalistim... Ben tam bağımsız Türkiye'den yanayım... Ben insan hakları savunucusuyum... Ben, terörün karşısındayım... Ben, yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. Dün sabaha değin, araştırarak yazdığım hiçbir konuyu yalanlayamadınız. Öyleyse vurun, parçalayın, her parçamdan benim gibiler beni aşacaklar doğacaktır.

"Gerçekte vicdan özgürlüğü, gerçekte demokrasi laik toplumda meydana gelir. Çünkü anti-laik toplumda dince kutsal sayılan kavramlar, siyasal amaçlar için her gün sömürülür. ya da Türkiye'de olduğu gibi Arap sermayesi tarafından Türkiye'de kurulan banka sistemlerinde olduğu gibi mali çıkarlar açısından sömürülür. Bu bir sömürüdür. Mustafa Kemal de dinin gerçek yerine oturtulması, Allah ile kul arasında bir kutsal duygu olarak korunması amacıyla laikliği getirmiştir. İngiliz emperyalizminin, Arap kapitülasyonunun aracı olmaması ve siyasi sömürü aracı olmaması için. "

"Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi… Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi."


Uğur Mumcu, suikastten 3 ay önce eşi Güldal Mumcu'ya "Rüya gördüm Güldal. Korkunç bir patlama oluyor, patlama sonunda da bacaklarım yok oluyor. Bedenimin bu halini yukarıdan seyrettim" demiş.

Yazılarında ülkedeki düzenin bozukluklarını araştırıp sorgulayan Uğur Mumcu, Atatürk ilkeleri, lâik, demokrat bir Türkiye'nin yılmaz savunucusu iken, 24 Ocak 1993'te suikaste kurban gitti.

Mumcu evinin önünde, park halindeki arabasına konulan C-4 tipi bombayla öldürüldü.Suikast  ise profesyoneldi.

Şair Ali Çınar'ın yazdığı ve Selda Bağcan tarafından yorumlanan Uğur Mumcu'ya yakılan ağıt şu mısralardan oluşmaktadır:

Bir pazar sabahıydı
Ankara kar altında
Zemheri ayazıydı
Yaz güneşi koynunda                                       

Ucuz can pazarıydı
Kalemim düştü kana
Zalimler pusudaydı
Bedenim paramparça

Uğur'lar olsun Uğur'lar olsun
Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun
Bir keskin kalem bir kırık gözlük
Yürekli yiğitlere hatıran olsun

Çevirdim anahtarı
Apansız bir ölüme
Şarapnel parçaları
Saplandı ciğerime

Ucuz can pazarıydı
Kan doldu gözlerime

İsimsiz korkuları
Katmadım yüreğime
Bembeyaz doğruları
Yaşadım ölümüne

Uğur'lar olsun Uğur'lar olsun
Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun
Bir keskin kalem bir kırık gözlük
Yürekli yiğitlere hatıran olsun.







15 Ocak 2018 Pazartesi

NAZIM HİKMET RAN

Türk edebiyatının değerli isimleri arasında yer alan hem siyasi görüşü hem de eserleriyle tarihe damgasını vuran, mavi gözlü dev adam Nazım Hikmet Ran, aslında 20 Kasım 1901’de Selanik’te dünyaya gelmiş fakat doğum tarihi nüfusa 15 Ocak 1902 olarak kayıt ettirilmiş değerli, önemli ve unutulmaz bir şairimizdir. Doğumgünü münasebetiyle saygı, sevgi ve hürmetle anıyorum Nazım Hikmet Ran'ı. Ruhu şad olsun.

Nazım Hikmet'i öncelikle memleket ve aşk şiirleri ile biliyor olsak da şiir dışında roman, oyun ve anılar da kaleme almıştır. Kendisi "romantik devrimci" olarak tanımlanmaktadırl. 

Nazım Hikmet yaşadığı dönemde yazdıkları ile büyük ses getirmiş pek çok şiiri bestelenmiş, şarkı haline getirilmiş ilerleyen süreçte ise siyasi içerikli bazı yazıları ve siyasi görüşleri sebebi ile birçok kez tutuklanarak sürgüne gönderilmiş, ne yazık ki hayatının büyük bir kısmını parmaklıklar ardında geçirmek zorunda kalmış, yurt dışına kaçmış, vatandaşlıktan çıkarılmış ve son yolculuğuna da yurt dışında uğurlanmıştır. 

S. Perse, bir Fransız şair şöyle demiş: “Ozan; insanın görünmez yüzü. Nazım bir ozandı. Büyük insanlığın ozanı: İnsanın, emeğin, doğanın değerini bilen bir sanat adamı. Nazım Hikmet, modern çağın çelişkileri, acıları içinde, sınıf çatışmalarının ve savaşların yoğun yaşandığı bir çağın şairiydi. Onu yaşadığı ve hiç durmadan şiirler ürettiği zamanda kendi ülkesi için tehlikeli (!) ve günümüzde ise onu bir “Türk şairi” olarak değerli kılan şey tam da buydu: Çağının şairi olması. 

Memleketim, memleketim, memleketim,
Ne kasketim kaldı senin ora işi
Ne yollarını taşımış ayakkabım,
Son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
şile bezindendi.
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
infaktında yüreğimin,
Alnımın çizgilerindesin memleketim,
Memleketim,
Memleketim...
CEVİZ AĞACI
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz, 
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda, 
Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz. 
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. 
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl. 
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril, 
Koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil. 
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var. 
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a. 
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım. 
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u. 
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. 
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. 

Veee, dinlerken kendimden geçtiğim, en sevdiğim şiirini de paylaşmak isterim Nazım Hikmet'in. Oyyy, oyyy hep diyorum ama heppp...işte beni bu muhteşem dizeler, bu şiirler mahvetti! ahh ahhhh...Volkan Konak'ın muhteşem yorumu ile dinleyelim.



Hoş geldin kadınım benim, hoş geldin. 
Yorulmuşsundur
Nasıl etsem de yıkasam ayacıklarını, 
Ne gül suyum, ne gümüş leğenim var.

Susamışsındır 
Buzlu şerbetim yok ki ikram edeyim. 
Acıkmışsındır 
Sana beyaz keten örtülü sofralar kuramam

Memleket gibi esir ve yoksuldur odam. 
Hoş geldin kadınım benim, hoş geldin! 
Ayağını bastın odama 
Kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi.

Güldün 
Güller açıldı penceremin demirlerinde. 
Ağladın
Avuçlarıma döküldü inciler

Gönlüm gibi zengin 
Hürriyet gibi aydınlık oldu odam.
Hoş geldin kadınım benim, hoş geldin.

~Nazım Hikmet Ran~

Tahir olmak da ayıp değil
Zühre olmak da...
Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Bütün iş Tahir ile Zühre olabilmekte.
Yani yürekte...

Mesela bir barikatta dövüşerek,
Mesela kuzey kutbunu keşfe giderken,
Mesela denerken damarlarında bi serumu;
Ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil
Zühre olmak da...
Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin dünyayı doludizgin,
Ama o bunun farkında değil.
Ayrılmak istemezsin dünyadan.
Ama o senden ayrılacak...
Yani sen elmayı seviyorsun diye
Elmanın da seni sevmesi şart mı?

Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi artık,
Yahut hiç sevmeseydi;
Tahir ne kaybederdi Tahir'liğinden...

Tahir olmak da ayıp değil
Zühre olmak da...
Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil...

BÜTÜN İŞ YÜREKTE, YÜREKTE...

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, gökyüzü, bulut, açık hava ve yazı


14 Ocak 2018 Pazar

ZÜBEYDE HANIM


                                       

Ulu Önderimiz, Baş Kumandanımız Mustafa Kemal ATATÜRK 'ün annesi Zübeyde Hanım'ın ölümünün 95.yıl dönümüdür bugün. Kendisi Ankara'ya yerleştikten bir süre sonra bu şehrin sert iklim koşullarının sağlığını olumsuz etkilemesinden dolayı tedavi amacıyla geldiği şehrimiz İzmir'de 14 Ocak 1923’de vefat etmiştir. Güzel İzmir'imin aşık olduğum semti  Karşıyaka ve hatta mahallemde bulunan Zübeyde Annemizin anıt mezarı özellikle biz Karşıyaka'lılar için paha biçilmez bir gurur kaynağıdır. Canım ATAM, bizlere bıraktığın emanetini tüm sevgimiz ve dualarımızla koruyor ve sayıyoruz. Ruhlarınız şad, mekanınız cennet olsun. Nurlar içinde uyuyun...

Ben, bütün İzmir’i ve bütün İzmirlileri severim. Güzel İzmir’in temiz kalpli insanlarının da beni sevdiklerinden eminim. Yalnız bir tesadüf, beni Karşıyaka’ya daha fazla bağlamıştır. Karşıyakalılar, annem sizin bağrınızda, sizin topraklarınızda yatıyor. Karşıyakalılar, İzmir’i gördüğüm gün evvelâ Karşıyaka’yı ve orada da sizin Türk topraklarınızda yatan annemin mezarını gördüm! 1925 (Atatürk’ün S.D.II,)

Zübeyde Hanım 1857 yılında Selanik'te doğdu. Orta Anadolu'dan göç ederek, Selanik'in batısında Arnavutluk sınırına yerleştirilen yörüklerden, Hacı Sofi ailesinden Feyzullah Ağa’nın kızıdır. Selanik'te Gümrük Muhafaza Teşkilatında memur olan Ali Rıza Efendi ile evliliğinden beş çocuk sahibi oldu. Fatma ve Ömer'i daha küçükken kaybetti. 1888 yılında Mustafa ilkokuldayken kocasını da kaybeden Zübeyde Hanım, zaman zaman çocukları ile birlikte kardeşi Hüseyin Ağa'nın çiftliğine giderdi. Bu sırada, Atatürk'ün ifadesiyle; iyi kalpli bir insan olan Ragıp Bey'le evlendi. Kızlarından Naciye de çok yaşamadı.

Balkan harbinden sonra, birçok Türk ailesi gibi, kızı Makbule ile birlikte Selanik'ten göç etti ve İstanbul'a gelerek Beşiktaş-Akaretler'de bir eve yerleşti. Milli Mücadele yıllarında Ankara'ya gelen Zübeyde Hanım, 1919'da ayrılmak zorunda kaldığı oğlunu, yıllar sonra Ankara'da yeni Cumhuriyetin kurucusu olarak gördü. 14 Ocak 1923'te tedavi amacıyla gittiği İzmir'de 66 yaşında vefat etti.

~ZÜBEYDE HANIM KABRİ VE PARKI ~

Ulu önder M. Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın kabri Karşıyaka  Zübeyde Hanım Caddesi üzerindeki bir parkta yer almaktadır. Kabir, Ferik Osman Paşa Camii avlusu içindedir. Mezarın mevcut şekli bizzat Atatürk tarafından belirlenmiştir. Mezar anıt şeklinde olup, 1940 yılında İzmir Belediyesi tarafından yaptırılmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın kabrinin bulunduğu
park birinci derece sit kapsamında olması nedeniyle gerekli yerlerden izinler alındıktan sonra bitki örtüsü, aydınlatma, kabir etrafının genişletilmesi, resmi tören yerinin yeniden şekillenmesi, çocuk parkındaki ünitelerin yenilenmesi, kabrin yakınında bulunan camiye ait tuvaletlerin kaldırılarak çalışmalar tamamlanmıştır. Parka ailelerin daha çok gelmesini sağlamak için havuz üzerine çay bahçesi de gerçekleştirilmiştir. Parkta 24 saat güvenlik bulunmaktadır.






9 Ocak 2018 Salı

Cemal Süreya

Ünlü şairimiz Cemal Süreya'yı 28. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyorum. Nurlar içinde uyusun. Mekanı cennet olsun.

Cemal Süreya, bir şairden öte aynı zamanda çok okuyan bir aydındır. Kendi yaşamını da ele alarak edebi anlamda sayısız sözcüğü  kendi filtresinden geçirerek edebiyat dünyasının gündemini oluşturmuştur. Yalnızca şiirleri değildir elbette, düz yazıları ile de farkındalığını koymuştur. Şiirlerinde ise oldukça cesur satırları ile "erotizm kokusu"nu hissettiren bir ADAM diye ekleme yapmak istiyorum kendimce.

Cemal Süreya'yı uzun uzadıya anlatmak yerine yıllar önce TRT'de yapmış olduğu programdan bir kesit paylaşmak istedim sizlere. Şairimizin kendi anlatımlarıyla hayat hikayesini dinleyelim...


Cemal Süreya’nın, aşka, sevgiye, cinselliğe dair en güzel cümleleri şiir olup akıyordu sevgiliye... Peki kime? Elbette bilindiği üzere en büyük aşkı ve "SAHİP OLUNAMAZ KADIN" (ne muhteşem bir tanım ama!) olarak tanımladığı  değerli öykü yazarımız Tomris Uyar’a. “SOLUĞUNDAN ÖPMEK”  diyor dizelerinde şairimiz. Nefesini nefesine eşlik edecek kadar tutkuyla sevebilmek, soluğu soluğuna karışacak kadar arzulu olmak ve belki de "öpmek" eyleminin bu kadar  özel ve içsel  bir başka anlatımı da olabilir miydi bilemiyorum ama her bir dizesi beni benden ediyor...

cemal süreya tomris uyar ile ilgili görsel sonucu
 Aşk kadınına ithafen yazdığı “Sayım"  şiiri  öylesine derin ve etkileciymiş ki  Sezen Aksu bile bestesini yapabilmek için 25 yıl düşündüğünü söylemiş, daha ne olsun ki!

Ay ışığında oturuyorduk
Bileğinden öptüm seni
Sonra ayakta öptüm
Dudağından öptüm seni

Kapı aralığında öptüm
Soluğundan öptüm seni
Bahçede çocuklar vardı
Çocuğundan öptüm seni

Evime götürdüm, yatağımda
Kasığından öptüm seni
Başka evlerde karşılaştık
İliğinden öptüm seni

En sonunda caddelere çıkardım
Kaynağından öptüm seni...


                                                          Yorum: Hakan Gerçek


Söz: Cemal Süreya
Beste: Sezen Aksu
Düzenleme: Mithat Can Özer