Kiss the rain -Yiruma ☆彡

17 Şubat 2018 Cumartesi

PEDOFİLİ, ZOOFİLİ, TACİZ, TECAVÜZ SAPKINLIĞIN TÜMÜNE...

"Biliyor musunuz ben bu çağdan nefret ederim. Etimle, kemiğimle, hücrelerimle nefret ederim...diyor, Cahit Zarifoğlu. İşte tam da bu sözlerin eder olduğu bir çağdayız ne yazık ki.

Hep umut ediyorum aydınlık yarınlar göreceğiz diye, fakat hal budur ki, bu kadar çirkin, yozlaşmış, ve de çivisi çıkmış bir dünyada umudumuzu da elimizden alıyor birileri, ötekileri, öyle değil mi? Aydınlık bir güne uyanmak ne kelime! Her yeni bir güne gözlerimizi kapkara, zindan dolu bir dünyaya açar olduk hep birlikte.

Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler göreceğiz... diyor ya Nazım Hikmet Ran, bu düzen değişmediği sürece ne bizler güneşli günler ne de çocuklarımız güzel günler görecekler.

                                 Görüntünün olası içeriği: 1 kişi

hayvana tecavüz sansürlü ile ilgili görsel sonucu
                                                   
Kadın, çocuk, bir hayvan, (can dostlarımız) savunmasız olan her bir masum can, dürtü sorunu yaşayan, aklına ve uzvuna sahip çıkamayan, pedofili ve zoofili sapkınlarının tacizine, tecavüzüne ve vahşetine kurban gidiyor.

Cehennemi bu dünyada yaşar olduk. Güzelim ülkemizi yaşanmaz hale getirenler utansın! Sadece kişilik bozukluğu olan bireyler mi suçlu sizce? Tabi ki değil. Bu zavallı mahlukatlara, sapkınlara caydırıcı ve ağır cezai  yaptırımlar uygulamayan yüksek makamlardır sorumlusu elbette.

İdam çözüm müdür peki? Ya da kısasa kısas tanımı? Birincisinde çoook büyük bir ödül olur sanırım. Çünkü anlık bir son olur o acımasız vahşeti yaşatanlar için. İkincisinde ise tahminim çok daha büyük haz alacaktır ki zaten bu sapkınlıktan zevk alan bir mahlukattır o kişi.

Türk Ceza Kanunu, olgunluğa erişmemiş, dünyadan bi haber bu çocuklara yönelik yapılan herhangi bir cinsel davranışı cinsel istismar olarak kabul ediyor. Tecavüz etme suçu, istismar olarak algılandığı sürece ne kundaktaki bebeklere, ne küçük çocuklara, ne kadınlara ne de diğer canlılara tecavüz etme eylemi önlenemeyecektir.

Türk Ceza Kanunu'ndaki hukuksal düzenlemelerin tekrar gözden geçirilmesini ve bu konudaki cezaların en ağır şekilde uygulanmasını talep ediyorum ki vahşi insanlara caydırıcı bir uygulama olsun! Her ne kadar "mucize" beklemekle eş değerse belki de bu temenniler...

Ben halktan, sıradan bir birey olarak önergemi sunayım o halde ne dersiniz? Şiddete, şiddetin tümüne gerçekten karşıyım ve de oldukça yufka yürekliyim ama tüm masum canlara yapılan vahşetin ardı arkası kesilmeyeceği aşikar olduğundandır bu önerim!

" HADIM İSTİYORUM " EVETTTTT ama öyle kimyasal hadım da değil. Konuya "KÖKTEN" çözüm getirecek gerçek bir "hadım" uygulansın istiyorum. Çok ciddiyim.


Tarihçi yazar Prof. Dr. Murat Bardakçı'nın yazısını okuyalım o halde...


Hadım etme operasyonu, eski devirlerde üç şekilde yapılırdı: Ya penis ve testisler tamamen kesilir, ya sadece yumurtalıklar alınarak sperm üretimine son verilir yahut yumurtalıklar kesilmez ama ezilirdi.
Osmanlı Sarayı'na girecek beyaz yahut siyah ağalar için bu metodlardan birincisi tatbik edilir, yani cinsel organ ile yumurtalıklar tamamen kesilirdi.

GÜMÜŞTEN TIKAÇ

Hadımlara tatbik edilen vahşi ameliyat, şöyle yapılırdı:
■ Göbeğin altı ve baldırlar, aşırı kanamayı önlemek için bandajlarla sarılırdı. Hadım edilecek kişi sırtüstü yatırılır, operasyon bölgesi enfeksiyon riskini azaltmak için acı biber karıştırılmış su ile üç kez yıkanırdı.
■ Ameliyat bölgesi iyice temizlendikten sonra, orağa benzeyen küçük bir bıçak vasıtasıyla testisler ve penis, mümkün olduğu kadar dibinden kesilirdi.
■ Penisin kökündeki kanala gümüş bir iğne yahut metal bir çubuk sokulur ve idrar akışı geçici bir süre için durdurulurdu.
■ Yara, iltihabı ve kanı emmesi için soğuk su içine yatırılmış kâğıtlarla kapatılır ve üzeri sarılırdı.
■ Sargı tamamlanınca, hadım hemen yürütülür ve daha sonra yatırılırdı. Hasta hem tuvalet ihtiyacını gideremeyeceği, hem de yarası nedeniyle büyük acılar çektiğinden, üç gün boyunca su içmesine izin verilmezdi.
■ Ameliyatın üçüncü gününde sargılar açılır, gümüş iğne yahut metal çubuk çıkarılır ve hasta, idrarının aniden bir şelâle gibi akmasından büyük rahatlık duyardı. Hadım idrarını yapabildiyse, tehlikeyi atlatmış olurdu ama eğer yapamazsa idrar kanalları enfeksiyon kapmış ve şişmiş demekti. Birkaç gün sonra, büyük acılar içerisinde ölümün gelmesi artık kaçınılmazdı (N. M. Penzer'in "Harem" isimli eserinden).


2 Şubat 2018 Cuma

"UYAN SUNAM UYAN" TÜRKÜSÜ ve HİKAYESİ

Türkülerimiz...Halk edebiyatında, bir kısmı anonim olan o ince ezgiler, ince sızılar... Kimi zaman acı, elem, kimi zaman ise bir haykırışa dönüşen, kuşaktan kuşağa dillenen, efsaneleşen, halk şiiriyle bütünleşen türkülerimiz. Eskiden pek dinlemezdim türkü, ezgi, meğer ne büyük kayıp, ne büyük eksiklikmiş türkülerimizin hikayelerini araştırmaya başladıktan sonra çok daha iyi anlar oldum. Dinlerken insanı heder eden, içini ezip geçen bu elem  dolu birbirinden derin hikayelerden birini paylaşmak isterim.
 "UYAN SUNA'M UYAN"
                       


Suna, Malatya'lı bestekar Fahri Kayahan’ın eşidir. Çok sevmektedir Fahri Bey Suna’yı. Devir, o zamanın Malatya’sı… Ancak sevdiğine sevdiğini söylemenin bile ayıp karşılandığı o dönemde Fahri Bey her daim söyler Suna’ya ona olan sadakatini ve bağlılığını. Ve bilir karısının gözlerinin başka kimselere bakmadığını.

O dönemin kadınlarının en büyük eğlencesidir haftada bir yapılan hamam sefaları. İşte o hamam sefalarından birinde Suna’nın sırtında bulunan ve normal şartlarda kıyafetinden asla görünme ihtimali olmayan bir ben Suna'nın yakın arkadaşının dikkatini çeker. Ve akşam eve geldiğinde laf arasında eşine Suna’nın sırtında ben olduğunu anlatır. Aradan zaman geçer. Fahri Kayahan bir gün evlerinin yakınında bulunan kahvede bu bey ile karşılaşır… Aralarındaki sohbet belli bir süre sonra tartışmaya dönüşür ve olay karşılıklı hakarete kadar gider… Fahri Kayahan hiddetle cevap verir “Bir daha karşıma çıkma, seni elaleme rezil ederim.” Bu söylem karşısında sinirlerine hakim olamayan ve sırf Fahri Kayahan’ı yaralamak gayesiyle hareket eden Bey’in dudaklarından şu  sözler dökülüverir: “Sen benimle uğraşacağına kendi karına sahip çık, ben senin karının sırtındaki beni bile bilirim.”

Fahri Kayahan beyninden vurulmuşa döner… Evet inanamaz biricik Suna’sının kendisine ihanet ettiğine, ama bu başına gelen neyin nesidir? Elin adamı, Suna’nın sırtındaki beni nereden bilecektir? Bu sorular kafasında iken eve varır, dayanamaz ve karşısına alıp Suna’yı durumu anlatır… Suna iki gözü iki çeşme yeminler eder Fahri Kayahan’a: “Aman beyim etme” der, “Bakar mıyım senden bir başkasına?” O gece konuşurlar, konuşurlar… Fahri Kayhan eşine sarılır, ve ikna olduğunu söyleyip bir daha hiç açmamacasına konuyu kapatır. Lakin durum hiç de öyle olmamıştır… O günden sonra istemeden de olsa aklında hep o şüphe, Fahri Bey karısına kötü davranır.

Yine bir akşam yemekte sudan bir sebeple çıkan tartışma sonrasında Fahri Kayahan ceketini alır ve başlar Malatya sokaklarında dolaşmaya… Eve geldiğinde neredeyse güneş doğmak üzeredir. Eve girer ve gördüğü manzara karşısında dona kalır. Biricik karısı Suna, kendini asmıştır… Sallanan ayağının dibinde elinden düşmüş bir mektup durmaktadır. O mektupta Suna son sözlerinde şunları yazmıştır: “Kusura bakma beyim, ama günlerdir kafandaki soru işaretlerinin sebebini bilmekteyim… Kendimi temize çıkarmak için başka yol göremedim. Şunu bil ki, ben sana hiç ihanet etmedim…           

Fahri Kayahan gözyaşları içinde eşinin cansız bedenini yağlı urgandan ayırır, yere yatırır… Islak gözlerini silerken bir bakar ki hava aydınlanmıştır… İçindeki yangın öyle büyüktür ki, sözün bittiği yerde, kelimelerin küllerinden o meşhur türküyü yakmıştır:

Şafak söktü yine Suna’m uyanmaz
Hasret çeken gönül derde dayanmaz
Çağırırım Suna’m sesim duyulmaz
Uyan Suna’m uyan, derin uykudan

Çektiğim gönül elinden
Usandım gurbet elinden
Hiç kimse bilmez halimden
Uyan Suna’m, derin uykudan…


Nice diyar gezdim gözlerin için
Niye kızdın bana el sözü için
Dilerim Allah’tan sızlasın için
Uyan Suna’m uyan derin uykudan

Çektiğim gönül elinden
Usandım gurbet elinden
Hiç kimse bilmez halimden
Uyan Suna’m, derin uykudan…


Malatya maalesef Fahri Kayahan için hayatı boyunca acının bir simgesi haline gelmiştir. Yıllar sonra trenle Malatya’dan geçen Fahri Kayahan Malatya’ya bakar ve “gözlerimi bağlayın ne Malatya beni görsün ne ben Malatya’yı Suna'm rahat uyusun" der.